Osmanlı’nın Wikileaks raporları


CEMAL A. KALYONCU         
Sayı: 857 / Tarih : 09-05-2011
Wikileaks internet sitesi son dönemde dünya siyasetinde estirdiği rüzgârla yer etti hafızalarda. Amerikan diplomatlarının ülke dışından ABD’ye ulaştırdığı raporlarla ilgiliydi çoğu belge. Bu durum, zamanın en güçlü devleti olan Osmanlı’nın da bu tür bir sistemi olup olmadığını akıllara getirdi. Osmanlı diplomatları da gittikleri ülkeler hakkında raporlar hazırlamıştı. Ama onlarınki farklıydı. O zaman anlık iletişim söz konusu değildi. Osmanlı diplomatları notlarını, ülkeye döndüklerinde padişaha da sunulan sefaretname adı verilen uzun dokümanlar hâlinde tutuyorlardı. Gittikleri ve gördükleri ülkeler ile halkları hakkında topladıkları bilgi ve edindikleri izlenimler oluşturuyordu bilgilerin temelini. Osmanlı’nın Wikileaks belgeleri de denebilecek bu şekilde 41’den fazla sefaretname vardı, Osmanlı elçilerinin kaleme aldığı. Sefaretnamelerin bir kısmının yurt dışında baskısı da yapılmış olmasına rağmen pek çoğunun Türkçe baskısı ancak tezlere konu olarak kalmış, birçoğu da gün yüzüne çıkmamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu, güçlü devlet yapısının da getirdiği özgüven başta olmak üzere dışarıda daimî temsilcilikler açmamıştı, uzun yıllar. Bu, bir güç göstergesi olarak da yorumlanıyordu. Çünkü Osmanlı, yabancı ülkeleri kendine denk görmüyordu. Ayrıca devrin güçlü devleti olması sebebiyle, elçiye ihtiyaç duyulacak şekilde yabancı ülkelerde Osmanlı tebaası da pek yoktu. Aksine, kendisi çekim merkeziydi. Ancak gerektiği hâllerde kısa süreli heyetler göndererek işini hallediyordu Osmanlı. Dolayısıyla daimî elçilik açmamanın Osmanlı devletini uzun süre yabancı ülkelerin siyasi desise ve entrikalarından koruduğu da altı çizilen bir durumdu.
Buna mukabil dünyanın önde gelen devletlerinin Osmanlı coğrafyasında temsilcilik açma zorunluluğu vardı. İstanbul’un fethinden hemen sonra sırasıyla Venedikliler 1454’te, Polonya 1475, Rusya 1497, Fransa 1525, Avusturya 1528, İngiltere 1583 ve Felemenk 1612’de İstanbul’da daimî elçilik açmıştı. Osmanlı’nın daimi elçilik düzenine geçmesi II. Mahmud zamanında mümkün olmuştu ancak. İlk daimî elçi olarak da Yusuf Agah Efendi, 1792’de Londra’ya gönderilmişti.
Sefaretnamelere geçmeden önce, Amerika’ya dair de kitaptan bir not düşelim. Amerika ile Osmanlı’nın ilk teması 1796 yılında bir ticaret anlaşması ile başlamış. El konulan gemileri için yüksek miktarda para ödeyen ve ticaretine müsaade edilmesi garantisi alan George Washington’un elçisi Joseph Donaldson ile Cezayirli Hasan Dayı arasında yapılan bir ‘haraç anlaşmasıdır’ bu. Aynı zamanda Amerika’nın kendi dili haricinde bir dilde imza etmiş olduğu ilk ve tek anlaşma olarak da bilinmektedir.
Sefaretnamelerde Osmanlı elçilerinin neredeyse ortak özelliği, hiçbirinin hiçbir şekilde temsil ettikleri Osmanlı ve İslam’a halel getirecek bir tutum ve davranış sergilememeleri, gerektiğinde çar, şah veya krala karşı da kendi kural ve kaidelerini dikte ettirmeleridir. Buna dair de pek çok hadise kaydedilmiş sefaretnamelerde. Fransa ve İspanya arasında savunma ittifakı imzalanmasının yollarını arayıp Avusturya’ya karşı birlikte hareket etme imkânı hazırlamak gizli görevi ile Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi, burada gördüğü ve Osmanlı’da bulunmayan yönleri kaleme almış sefaretnamesinde. Mehmed Efendi, Fransa’ya dair gözlemlerini, büyük salgın hastalık ve bunun sebebi olan temizliğin olmayışını, kadınların her daim sokaklarda oluşunu, Osmanlılara karşı duyulan aşırı merakı not etmiş; kilim ve ayna fabrikalarından bahsetmiş, Fransızların, ülkedeki bütün kalelerin maketlerini yaparak sergilemelerini de enteresan bulmuş. Elçi, Fransa’daki bahçe ve sarayların ihtişamı karşısında da ‘dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir’ hadis-i şerifini not etme ihtiyacını hissetmiş. 1721’de geri dönen Mehmed Efendi’nin bir elçi olarak Fransa’da dahi ramazan orucunu tutması ve teravih namazını maiyetindekilerle birlikte kılması, özellikle Fransız kadınlarının ilgisini çektiğini anlıyoruz: “Bunlar teravih kıldığımızı ertesi günü haber almışlar. Yine iftara yarım saat kalınca bir iki bin avret kızlar çıkageldiler. İftar ve taam eyledik. Bunlar gitmezler, saat üçe varınca otururlar. Meğer bunlar namazı beklerler imiş. Çare yok, abdest alıp namazı kıldık. Tekrar izin istediler. Her gece bunlar gelip iftar ve taam ile namazımızı temaşa etmek için yalvarır oldular, izin verdik. Cemaatle oturup gece teravihi tamam eda edip ilahiler ve tesbihlerle bütün kadınlar bizleri seyretti ve hayran oldular.”
Bundan yaklaşık 85 sene sonra 1806’da Fransa’ya daimî Osmanlı elçisi olarak gönderilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin notları da Fransa’daki yeniliklere dair ipuçları içeriyordu. Polis teşkilatı, giyotin ve kapıcılık ile kötü yola sürüklenmiş kadınların sayısının çokluğundan bilgiler not almıştı.
İç karışıklıkların hüküm sürdüğü Acemistan, yani İran’a orta elçi sıfatıyla gönderilen Ahmet Dürri Efendi’nin amacı İran’ın iç durumu hakkında kapsamlı bir araştırma yapmaktı. Nitekim görevi tamamlayıp geri döndükten bir yıl sonra, 1722’de üç yıl sürecek bir sefer açılmıştı İran’a. İran Şahı onu meclisine çağırmış, Osmanlı hükümdarına dair bazı sualler sormuştu kendisine. Avlanıp avlanmadığını da merak etmişti. Bunun üzerine elçi, ‘Padişah’ın, halkın kalplerini avlamayı, bütün avlardan daha lezzetli ve latif olduğunu’ düşündüğünü aktarmıştı kendisine. İran’da, Nevruz Bayramı’nın ramazan ve kurban bayramlarından daha üstün tutulup ‘en büyük bayram’ olarak anıldığını nakleden elçi, kendisine Osmanlı Kürtleri’ni soran Şah’a ‘Kürtler itaat altından çıkacak güce sahip değildir’ cevabını vermişti. Şah’ın ayrıca Osmanlı padişahından dua istediğini de notlarına eklemişti.
Rusya da Osmanlı’nın ilgiyle takip ettiği devletlerdendi. 1722’de buraya gönderilen Nişli Mehmed Ağa, sefaretnamesinde, kendisine verilen Rus tercüman için ‘veled-i zina’ yazmaktan geri kalmamıştı. Tercümanın sık sık olmadık isteklerde bulunması, istenen vakitte gelmeyip heyeti bekletmesi, gidecekleri yerlere dolaştırarak götürmesi gibi davranışlar elçiyi çileden çıkarmıştı. Nişli Mehmed Ağa, kendilerine diplomatik oyun kuran Ruslara da gerekli cevapları verdiğini naklediyordu. Padişahın mektubunu Çar’a takdim etme aşamasında da bütün ikaz ve engellemelere rağmen Osmanlı elçisi, adap ve erkâna da riayet ederek padişahın name-i hümayununu çara vermek üzere salonda bulunan yüksek settin üzerine çıkmış ve oradan nameyi vermişti.
Rusya’ya gönderilen bir başka elçi ise 1740–42 yılları arasında görev yapan Mehmed Emni Paşa’ydı. O da sefaretnamesinde Rusları sert dille eleştiren notlara yer vermişti. 1739’da biten savaştan sonra Osmanlı ve Rus savaş esirlerinin mübadelelerinin yapılacağı yer konusunda iki taraf anlaşamamış, Rus elçisinin takındığı tavır için Mehmed Emni Paşa “Moskof elçisinin son derece cahilliğinden ve kalın kafalılığından dolayı hileye’ saptığını anlatmıştı. Başvekil tarafından gönderildiğini söyleyip maiyetlerine katılan İstanbul doğumlu Rum asıllı birisi için de “Avrupa’da hile ve sahtekârlık konusunda ilim tahsil ettikten sonra Petesburg’a gelmiş ve Rus başvekilin emrine girmiştir. Başvekil bunun şeytanlıktaki maharetini öğrendikten sonra kendi tabiatına uygun bulmuş ve hizmetinde tutmuştur.” demektedir. Paşa, yaşadıklarının etkisiyle olacak, Ruslar hakkında “yalancı ve hilekârdırlar” demekten de geri kalmaz. Paşa, geri dönmek için İstanbul’dan emir beklediği süre zarfında da vaktini günde beş vakit yüksek sesle ezan okuyarak ve cemaatle namaz kılarak geçirdiğini anlatır.
Kırım Serdarlığı payesiyle harbe memur kılınan Silahtar İbrahim Paşa’nın Defteremini Vekili olan Defterhane-i Amire kâtiplerinden Necati Efendi, Osmanlı-Rus Harbi boyunca Kırım’da kalmış ve tarihçilerde bile bulunmayan bilgiler aktarmış birisidir. Osmanlı’nın Kırım’ı kaybetmesinin sebebi olarak Kırım ve Nogay ahalisinin Osmanlı Devleti’ne karşı itaatten uzaklaşmasını göstermektedir. Tarih-i Kırım adlı çalışmasında Rusları ‘barışı bozan’ olarak nitelendirmiş, onlar ‘pislik yaratılışı gereği’ gibi ifadeler kullanmıştır. Rus sarayında maskeli baloya da katılan Necati Efendi, bunu yaygaracılık, komiklik ve Osmanlı’daki ifadesiyle ‘masharalık’ olarak ifadelendirmiştir. Bilindiği gibi Sokollu Mehmed Paşa, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirerek Osmanlı donanmasını Hazar Denizi’ne ulaştırmak istemiş, iki yıllık çalışma sonucunda kanal projesi nihayetlenecekken büyük bir kış bastırmış, askerler kırılmış, mühimmat da Rusların eline geçmişti. Ancak Necati Efendi’nin verdiği bilgiler Kırım Tatarları’nın burada gerekli desteği vermediğini ortaya koyuyordu. Necati Efendi, Rusya’da bizzat kraliçenin kontrolünde kurulan bir yetimhaneden de bahsediyordu. Sokaklarda ve diğer yerlerdeki fahişelerin çocukları ya da sahipsiz bebeklerin büyütüldüğü bu yetimhanede yetiştirilen kızlar saraya, erkekler orduya gönderilirmiş. Son sefaretnamemizin sahibi de, görünürde vazifesi Sultan III. Mustafa’nın tahta çıkışını bildirmek, gizli vazifesi de Osmanlı esirlerini bulmak olan, 1757’de Rusya’ya elçi gönderilen ve bir yıl sonra geri dönen Şehdi Osman Efendi’dir. Ruslara karşı ‘dinime aykırı protokolü kabul etmem’ diyerek çıkışan Osman Efendi, kendilerine sığınan Müslüman esirleri Ruslara vermesi karşılığında para teklif edilmesi üzerine de ‘dinimi dinara değişmem’ sözünü kayıtlara geçirir. Şehdi Osman Efendi, bir keresinde de sarayda verilen davette namaz vakti çıkmak üzere iken namazı eda etmek için erken ayrılmak ister. Ancak namazlarını sarayda kılabilecekleri söylenir. Bunun üzerine namazlarını cemaatle eda ederken, aynen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ye Fransa sarayında yaptıkları gibi bütün herkes onları kapılardan ve pencerelerden seyre dalar.

Yorumlar

Depremde nerede durmalı?

Adım Doug Copp.

Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibi' nin kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. Devamı için

Fıkralar

Kediler İçin Kara Bir Gün

1300'lerde Avrupa 'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı.

Kurbanların şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç

oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar.

Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu.

Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'ye adnan menderes zamanında "marshall yardımı" ile el attık

Rumeli hisarının yapılışı

"ERKEKLER GİBİ SAVAŞAMADIN, BARİ OTURUP KADINLAR GİBİ AĞLA"

İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri ! Nezahet Onbaşı'nın kahramanlık öyküsü..

Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve askerlerinin başına gelenler