Çernobil Komplosu

"Çernobil Komplosu"

Gazetelerde yer alan realite dışı ve bilimsellikten uzak bir sürü iddia ve beyanat Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'ndaki radyasyon uzmanlarını çok rencide ediyordu. Ancak bu beyanatlardan birinin ortaya koyduğu mizah birkaç gün elemanlarımızın diline pelesenk olarak, ne yalan söyleyeyim, onlara biraz moral verdi. Bu, "... Radyasyona karı herkesin(!) evinde önlem aldığını ..." ilân eden Milliyet gazetesinde âlim bir doçent kızımızın, Doç Dr. Sema Tülbentçi' nin geliştirdiği ve herkese tavsiye ettiği bir radyasyon reçetesi (!) idi. Hanım kızımızın resmiyle birlikte adı geçen gazetenin 17.06.1986 tarihli nüshasında birinci sayfasında takdim edilen bu pratik reçetenin en ilgi çekici tavsiyesi ise odada daima kapağı açık bir tentürdiyot şişesi bulundurmaktı! Bu dâhiyane çarenin esprisi o kadar tuttuydu ki bazı arkadaşlarım bana: "Hoca, gel etme eyleme! Şu Edirne ile civarına havadan uçakla tentürdiyot püskürttür de, sonradan birileri çıkıp seni: Türk halkının sağlığı için yeterince tedbir almadı! İthamıyla suçlamasınlar" diye takılır oldulardı. 

O günlerde İstanbul’daki Alman Lisesi'nin öğretmenlerinden biri Almanya'dan küçük bir Geiger-Müller cihazı getirtmiş, Avrupa'daki paniği burada da tahrik ve ihdas etmek istercesine, çarşıda pazarda satın alacağı sebze, meyva, et ve sütte sözüm ona radyasyon ölçümleri yapıyor(!) ve ahkâm kesiyordu. Bu bir kısım gazeteci için ne bulunmaz bir kaynaktı! Bir büyük gazetenin bundan cesaret alan, cıvıklığıyla mehûr iz'an yoksunu bir köşe yazarı bana telefon ederek müstekreh bir yılışıklıkla: "Hoca, sende u Alaman' ın âletinden herhâlde vardır. Bak sana ne diyicam: Sen o âleti al; birlikte bi pazara çıkalım; sen âletle sebzeyi meyveyi lâf olsun diye kontrol edersin; ben de hem senin resmini çekerim, hem de ayaküstü bi röportaj yaparım. Valla çok kıyak olur. Senin için de iyi reklâm olur hâ!" dedi. Bu küstahlık karşısında kendisine soğukkanlılıkla: "Buna hiç gerek yok; zira halka intikal etmiş, etmekte olan ve edecek olan bütün gıda maddeleri radyasyon sağlığı açısından hiç ama hiçbir mahzur tekil etmemektedir" şeklinde bir cevap verdim. Bu cevabım gazetecinin hiç de hoşuna gitmemiş ve bunu gazetesinde yayınlamağa değer bulmamıştı. 
Aradan bir süre geçmişti ki bu sefer de aynı gazete büyük fedakârlıkla birkaç Geiger-Müller cihazı ithal etmiş olduğunu ve halk için radyasyon ölçeceğini ilân etti ve hiç unutmuyorum, hâmile bir kadının çıplak karnına dayanmış bir cihazla cenindeki radyasyonu ölçmekte olduklarını iddia eden bir de resim yayınladı. 

Aynı gazete, kamuoyunun kanser konusunda yeterince duyarlılık kazanmış olduğuna kanaat getirdikten sonra, "alüminyum kapların kansere sebep oldukları fakat çelik tencerelerin bu bakımdan emin oldukları" şeklinde bir dezenformasyon yayarak kendi pazarlama şirketinin elinde külliyetli miktarda bulunan çelik tencere stokunu kısa zamanda eritecekti. 

Bu cehalet ve sorumsuzluk örneği TAEK' de Çernobil kazasının çilesini nefsinde yaşayan herkeste çok büyük bir infial uyandırdı. Ama Basın her türlü ahlâk, sorumluluk, temkin, teenni, hasenat endişelerinin üzerinde bir ulviyete(!) ve bu ulviyeti dolayısıyla da doğal bir lâyuhtî ve lâyüs'el  niteliğe(!) sâhipti; ve bu niteliğini koruyan, "kutsal ifade özgürlüğü prensibi “ne dayanan ilâhî(!) bir de dokunulmazlığı bulunuyordu. Herkesten beklenen ise bu olgunun büyük bir vecd ve saygı ile idrak, ikrar ve teslim edilmesiydi(!) 

İleride VIII. ve X. bölümlerde hâmile kadınların akademik şöhret ve para kazanma uruna Türkiye'nin Çernobil Çilesi çerçevesi içinde insafsızca nasıl istismar edildikleri konusuna ayrıntılarıyla temas edeceğim. 
Gazetelerin önemli bir bölümü, ağız birliğiyle, benim "radyasyon düzeylerinin halka açıklanmaması" ilkeme takılmışlardı. Radyasyon düzeyi rakamlarını kamuoyuna açıklamam için hem gazeteler hem de benden mülâkat almaya gelen gazeteciler sürekli baskı yapmağa kalkışıyorlardı. Bu hususta açıkça halkın, çeşitli radyasyon birimlerinin neye delâlet ettiğini bilmesinin mümkün olmadığı cihetle, anlayamayacağı dilden konuşmanın anlamsızlığına, anlamsızlığının da ötesinde zararına dikkati çekiyordum. 

Gerçekten de bir tehlike zuhur ettiği zaman, meselâ Edirne ve civarına radyasyon bulutu indiğinde, halk tarafımızdan nasıl uyarılmışsa TAEK'in gene aynı sorumluluk duygusuyla halkı uyaracağını; ama tehlike bulunmayan yerde de TAEK' den ille de tehlike var diyerek hilâf-ı hakikat beyanatta bulunmasını ve yangına körükle gitmesini beklemeğe ve hatta ancak böyle bir davranışın faziletli bir davranış olduğu izlenimini uyandırmaya kimsenin hakkı olmadığını; zira halka intikal etmiş, etmekte olan ve edecek olan bütün gıda maddelerinin radyasyon salışı açısından gerçekten de hiç ama hiçbir mahzur teşkil etmediğini vurguluyordum. Örnek olarak da radyasyon düzeyleri günü gününe açıklanan Yunanistan, Almanya, Avusturya ve benzeri ülkelerde haksız yere sebep olunan paniği gösteriyordum.

 Lâyuhtî ve lâyüs'el: Asl hatâ yapmaz ve asıl sorumlu tutulamaz.
Fransa ve İsviçre de ülkelerinin radyasyon düzeylerini kamuoyuna açıklamamak kararı almışlardı. Bu ülkelerde de Türkiye'de olduğu gibi halkta endişe zuhur etmişti ama diğer ülkeler misalinde olduğu gibi bir panik gözlenmemişti. 

9 Mayıs’tan itibaren Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla çeşitli büyükelçilikler Türkiye'deki radyasyon düzeyleri hakkında düzenli bilgi istemeğe baladılar. Karşılık esasına dayalı olmak üzere bu bilgiler kendilerine verildi. Biz de onların radyasyon düzeyleri hakkında bilgi sahibi olduk. Ayrıca üyesi bulunduğumuz Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na ve Ekonomik birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Nükleer Enerji Ajansı'na da düzenli olarak radyasyon düzeylerimizi bildiriyorduk. 

Ne yazıktır ki Türkiye'de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'ndan radyasyon düzeylerini, üzerinde bilimsel incelemeler yapmak için yalnızca bir tek bilimsel kuruluş talep etti. Bu da Hacettepe Üniversitesi Nükleer Mühendislik Bölümü idi. Radyasyon düzeyleri bu bölüme derhâl verildi. Bilim adamlarımızın bir kesimi ise yalnızca ve yalnızca, "Radyasyon düzeyleri kamuoyuna niçin açıklanmıyor?" diye Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nu, daha doğrusu beni tenkit ettiler; spekülâsyon yaptılar ve Kurum'u polemiğe çekmek istediler. Bunu yapanların gayesi bu radyasyon düzeyleri üzerinde, Hacettepe Üniversitesi Nükleer Mühendislik Bölümü'nün yaptığı gibi, objektif bir inceleme yapmak değildi. Zirâ bunların bu yönde hiçbir talebi olmadı. Göründüğü kadarıyla, bilim adamlarımızın bir kısmı için gazetelerin ihdas etmeğe çalıştıkları polemiğe kendilerini kaptırmak meselenin üzerine eğilip de bilimsel disiplin, teenni, temkin ve dirayetle incelemeler yapmağa kendilerini zorlamaktan çok daha kolaydı ve nefislerini de çok daha fazla tatmin etmekteydi.  

A.yüksel Özemre "Çernobil Komplosu" eserinden alınmıştır

Yorumlar

Depremde nerede durmalı?

Adım Doug Copp.

Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibi' nin kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. Devamı için

Fıkralar

Kediler İçin Kara Bir Gün

1300'lerde Avrupa 'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı.

Kurbanların şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç

oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar.

Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu.

Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'ye adnan menderes zamanında "marshall yardımı" ile el attık

Rumeli hisarının yapılışı

"ERKEKLER GİBİ SAVAŞAMADIN, BARİ OTURUP KADINLAR GİBİ AĞLA"

İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri ! Nezahet Onbaşı'nın kahramanlık öyküsü..

Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve askerlerinin başına gelenler