İbni Haldun Mukaddime "Devlette Bozulmanın Nasıl Başladığı Hakkında."

 

Devlette Bozulmanın Nasıl Başladığı Hakkında.


Bil ki, hükümdarlık (devlet) olmazsa olmaz iki temel üzerine kuruludur. Birincisi, asker (ordu) olarak ifade edilen güç, kuvvet ve asabiyettir. İkincisi ise askeri ayakta tu­tan ve devletin ihtiyaçlarını gideren mal ve paradır. İşte devlette görülecek bozulma bu iki temelden başlar. tık olara güç ve asabiyetteki bozulmaya değinecek, sonra da mal ve gelirlerdeki bozulmayı ele alacağız.

1- Daha önce de söylediğimiz gibi devletin kurulması ancak asabiyet ile olur. Devletin kuruluşu için mutlaka, diğer asabiyetleri hakimiyeti altına alıp kendisine tabi kılacak, güçlü ve toparlayıcı bir asabiyetin olması gerekir. Bu asabiyet, devlet başkanının aşireti ve kabilesinin oluşturduğu asabiyettir.

Devlet güçlenip hükümdarlık aşamasına geldiğinde, hükümdar, iktidarda kendisine ortak olanları yönetimden uzaklaştırıp, iktidarı kendi tekeline almaya çalışır. Bunun için de işe, devlet yönetiminde diğerlerine göre daha etkili konumda olan kendi yakınlarından ve aşiretinden başlar. Yine hükümdarın yakınları sahip oldukları güç ve üstünlükten dolayı, diğerlerine göre daha fazla lüks ve bolluğa gömülmüşlerdir. Dolayısıyla hükümdarın kendi yakınları ve aşireti, iki yıkıcı tehlike tarafından kuşatılmışlardır. Birincisi içine gömüldükleri lüks ve bolluk, ikincisi hükümdar tarafından gelecek olan darbe,yani yönetimden uzaklaştırılmaktır.

Sonunda hükümdar tarafından gelen baskı ve darbe, onları öldürmeye dönüşür.

Çünkü hükümdar, yakınlarını ve asabiyetini yönetimden uzaklaştırıp, iktidarı kendi tekeline aldıktan sonra, onların kendisine beslediği kinden ve iktidarı elinden alacaklarından korkup onları öldürme, alçaltma ve alışkın oldukları nimetleri ellerinden alma yoluna gider. Böylece, onları ortadan kaldırmak ve sayılarını azaltmak suretiyle, -diğer asabi­yetleri bir araya toplayan en güçlü asabiyet konumundaki- kendi asabiyetini yok eder ve onların yerine, azatlılardan ve dışarıdan devlet hizmetlerine aldığı kişilerden bir asabiyet oluşturur. Ancak bu yeni asabiyet, hükümdar ile akrabalık bağlarına sahip olmadığından, hükümdar için aynı cesaret ve şiddeti göstermezler. Çünkü daha önce açıkladığımız gibi- asabiyetin gücü, akrabalık bağlarına dayanır.

Böylece hükümdar kendi aşiretinden ve doğal yardımcılarından soyutlanmış olur.Bu durumu hisseden diğer asabiyetler, hükümdara ve yakın adamlarına karşı doğal olarak cüretlenirler. Ancak hükümdar teker teker onları da öldürme yoluna gider ve ortadankaldırır. Bu hususta devlet adamlarının sonuncusu, içine gömüldükleri lüks ve sefahatnedeniyle yok olmanın eşiğine gelmiş olsalar da, birincisini taklit eder. Sonunda, içinedaldıkları sefahat ve öldürmeler nedeniyle, asabiyet (güçlü ve birbirine kenetlenmiş bir topluluk) olmaktan çıkarlar, yiğitlik ve cesareti unutup, başkaların tarafından korunan kimseler haline gelirler.

Onların zayıflayıp bu hale gelmesiyle, ülkenin uzak bölgelerinin ve sınırların koruması da zayıflar. Bu durum onlara karşı halkı cesaretlendirir ve uzak bölgelerde, hükümdarla aynı soydan veya başka soydan olanlar tarafından devlete isyanlar başlar. Çünkü onlar, devletinin gücünün bu uzak bölgelere yetişmeyeceğini ve buradaki halkın dakendilerine biat edeceklerini bildikleri için, hedeflerine ulaşacaklarını ümit ederler. Bu durum devam edip, devletin sınırları sürekli olarak küçülür ve sonunda devlete isyan edenler, merkeze çok yakın yerlere kadar gelirler. Sonuçta devlet -temelindeki gücüne

göre iki veya üç devlete ayrılabilir. Devletin yönetimi ise, kurucu asabiyete boyun eğdiren başkalarının eline geçer.

İslam'dan sonra Arap devletinin durumu buna örnek teşkil eder. Sınırları önce

Endülüs'e, Çin'e ve Hindistan'a kadar uzanmıştır. Emeviler, dayanakları olan Abdulmenaf oğulları asabiyetinden dolayı bütün Arap asabiyetlerine söz geçiriyordu. Hatta Emevi halifesi Süleyman bin Abdulmelik, Dımaşk'tan (Şanı), Kurtuba'daki (Endülüs) Abdulaziz bin Musa bin Nasir'in öldürülmesini emrediyor ve emri hiçbir itirazla karşılaşmadan yerine getiriliyordu. Ancak daha sonra içine gömüldükleri lüks ve sefahattan dolayı asabiyetleri yok olmuş ve devletleri ortadan kalkmıştır.

Onlardan sonra gelen Abbasiler de, (kendi asabiyetleri olan) Haşim oğullarına sırt çevirdiler, Talibileri (Hz. Ali'nin soyundan gelenleri) öldürüp dağıttılar ve sonuçta sahip oldukları asabiyeti ortadan kaldırdılar. Böylece diğer Araplar onlara karşı cüretlendiler,Afrika'da Ağleb oğullarının ve Endülüs halkının yaptığı gibi, ülkenin uzak bölgelerini Abbasilerden koparıp ayrı devletler kurdular.

Daha sonra Mağrib'te (Şiilik davasıyla) İdris oğulları ortaya çıktı. (Mağrib'in yer­lileri olan) Berberiler, Abbasi devletinin gücünün oraya yetişmeyeceğinden emin olduk­ ları için, İdris oğullarının davetini kabul ettiler ve onların devlet kurmasına yardımcı ol­dular.

Devletin uzak bölgelerinde, halkı yeni bir imama çağıran davetçiler ortaya çıkıp,orada üstünlüğü ele geçirdiklerinde, o bölgeyi devletten koparıp yeni bir devlet kurarlar.

Bu şekilde yeni devletlerin kurulması devam eder, esas devletin sınırları daralır ve niha­yet merkeze kadar çekilip geriler. Bundan sonra idarecilerin lüks ve sefahate dalmalarıy­la devlet, parçalara ayrılmış bütün bu devletlerin hepsi zayıflar.


Bazen asabiyet ortadan kalktığı halde, devletin uzun süre yaşamaya devam ettiğide olur. Bunun sebebi halkın, çok uzun zamandan beri nesiller boyu hep, devlet başka­nına itaat edildiğini görmeleri, devlete ve devlet başkanına teslim olup itaat etmekten başka bir şey bilmemeleridir. İşte halkın bu durumundan dolayı devlet başkanı, asabiye­ti olmadığı halde hükmünü sürdürür ve asabiyetin boşluğunu paralı askerlerle doldurur.

Çünkü devlete ve devlet başkanına itaat etmek hususunda insanların kalplerinde yer et­miş duygulardan dolayı, hiç kimse devlete başkaldırmayı ve isyan etmeyi aklından bile geçirmez. Böyle bir şeye kalkışan ise çoğunluk tarafından reddedilir ve onların muhale­ fetiyle karşılaşır. Dolayısıyla bu durumda devlet, isyanlardan ve başkaldırılardan emin olabilir.

Kalplerde, neredeyse en ufak bir itaatsizlik ve isyan düşüncesi bile belirmez. Onun için devlet diğer asabiyet sahiplerinin sebep olacağı kargaşalıklardan ve yıkılmaktan kur­ tulur. Ancak devlet bu şekilde yaşamaya devam etmekle birlikte, yine de -tıpkı gıdasız ka­lan bedenin doğal ısısını kaybetmesi gibi- içten içe tükenir ve kendisi için takdir edilen vakte geldiğinde ortadan kalkar. "Her müddetin (yazıldığı) bir kitap vardır." (Ra'd Suresi, 38). Ve her devletin bir ömrü vardır. "Geceyi ve gündüzü takdir eden Allah'tır." (Müzemmil Suresi, 20). Allah, bir ve her şeye boyun eğdirendir.

1- Devletin mali yönden bozulmasına gelince, bil ki, başlangıçta devlet bedevi özelliklere sahip olduğu için, halka karşı şefkatli, harcamalarda ölçülü, haksız yere halkın malını yemekten uzak, çok vergi toplama amacı gütmeyen, tacirlerin her alış verişinden vergi almaktan kaçınan ve vergi memurlarından ayrıntılı hesaplar istemekten uzak bir yapıdadır. Dolayısıyla bu dönemde, harcamalarda aşırıya gitmeye gerektirecek sebepler ve buna bağlı olarak çok fazla paraya da ihtiyaç duyulmaz.

Sonra devlet güçlenir, sınırları büyür, hükümdarlık özelliklerine bürünür, idareci­ ler lüks ve sefahate yönelirler ve böylece harcamalar artar. Hükümdarın, devlet adamla­rının ve hatta şehirde yaşayanların giderleri genel olarak çoğalır. Bu durum askerlerin ve devlet adamlarının maaşlarının yükseltilmesini gerektirir. Sonra lüks ve israfın artmasıy­la harcamalar daha da çoğalır ve bu durum halk arasında da yaygınlaşır. Çünkü insanlar yöneticilerin dini ve alışkanlıkları üzere yaşarlar.

Bunun üzerine hükümdar, hem şehir halkında müşahede ettiği bolluktan, hem de devletin giderleri ve askerlerin maaşları için paraya duyduğu ihtiyaçtan dolayı, yapılan alış verişlerden vergi almaya gereksinim duyar. Sonra lüks ve israf daha da artar ve alış ve­ rişlerden alınan vergiler ise giderleri karşılayamaz hale gelir. Bunun üzerine devlet zorla halkın mallarına el uzatmaya, yapılan her alış veriş için yeni vergiler koymaya başlar. Ba­zen de bir şüpheli duruma dayanarak veya ortada hiçbir şüphe olmadan, insanların mal­ları ellerinden alınır.

Bu dönemde askerler, devletin asabiyetini kaybedip ihtiyarlık çağına girmiş olma­sı ve zayıflamasından dolayı, devlete karşı cüretlenirler ve devlet onları sakinleştirmek için, maaşlarını yükseltip, onlar için yaptığı harcamaları çoğaltmaktan başka bir çıkış yo­lu bulamaz.

Bu dönemde vergi toplamakla görevli olan memurlar da, toplanan vergilerin çok­luğu ve bu işin kendi ellerinde olması nedeniyle, büyük servetler elde ederler, makam ve dereceleri yükselir. Sonra bu memurlar, birbirlerini çekemediklerinden ve birbirleriylebrekabete giriştiklerinden dolayı, toplanan vergileri kendilerine sakladıkları şeklinde bir­ birlerini suçlamaya başlarlar. Böylece teker teker hepsi cezalandırılıp, servetlerini ellerin­ den alınır ve durumları bozulur. Onları bu duruma düşürmekle devletin azamet ve gü­zelliği de kaybolur. Devlet onların servetlerini kökünden silip süpürdükten sonra, diğer insanların servetlerine el uzatmaya başlar.

Bu aşamada devlet iyici güçten düştüğü için, baskı ve zora dayalı politikaları uy­gulayamaz hale gelir. Onun için devlet başkanı, devlet işlerini, para harcamaya dayanan politikalarla yürütme yoluna gider. Daha az külfet getirdiği için, bu yolun kılıç kullan­ maktan daha üstün olduğunu düşünür. Böylece harcamalar ve askerlerin maaşlarını kar­şılayabilmek için çok daha fazla paraya gereksinim duyar. Ancak istediği neticeyi elde edemez. Sonuçta devletin çöküşü daha da hızlanır ve uzak bölgelerin ahalisi bu durum­ dan cesaret alarak devlete baş kaldırır.

Bu aşamaların her birinde devletin düğmeleri teker teker çözülür (devlet gücünüve elindeki bölgeleri birbiri ardınca kaybeder) ve kendisine göz dikmiş kimseler tarafın­dan ele geçirilip ortadan kaldırılır. Çünkü bu durumda eğer devleti ele geçirmek isteyen bu amacını gerçekleştirmek isterse, onu sahiplerinin elinden çekip alır. Aksi takdirde bir lambanın fitili gibi, kendiliğinden bitip tükeninceye kadar yaşamaya devam eder. Allah bütün işlerin sahibi ve kainatı idare edendir. O'ndan başka ilah yoktur.

Devletin En Geniş Sınırlarına Ulaştıktan Sonra Giderek Küçülmeye Başlaması Ve Nihayet Ortadan Kalkması Hakkında Bu kitabın üçüncü bölümünün "halifelik ve hükümdarlık" hakkındaki faslında

geçtiği gibi, her devletin artık aşamayacağı en geniş sınırları vardır. Bu sınırlar, ülke top­ raklarını korumak için oralara dağılacak asabiyetin çokluğu ve gücüyle orantılıdır. Dev­leti ayakta tutan asabiyetin belli bir sınıra ulaştığında, artık daha ileri gidecek gücü ve sa­yısı kalmıyorsa, o bölge devletin en uç bölgesini oluşturur.

Bazen bir devletin sınırları, (yerine geçtiği) kendisinden önceki devletin sınırlarıy­la aynı olur. Bazen de kendisinden önceki devletten daha çok asabiyete sahip olduğu için,onun sınırlarından daha geniş olur. Ancak bütün bunlar devletin henüz bedevilik özel­liklerinden uzaklaşmadığı, güçlü ve yiğit bir asabiyete sahip olduğu zamanlar için geçer­lidir. Devlet güçlenip gelirlerin çoğalmasıyla, insanlar lüks ve sefahate dalarlar, yeni nesil­ler bu ahlak üzere yetişir, bu ise onlardaki yiğitlik ve cesaret gibi bedevilik özelliklerini gi­derip, onları korkaklık ve tembelliğe sevk eder.

Diğer taraftan devletin güçlenip hükümdarlık özelliklerine bürünmesiyle, baş­kanlık için çekişmeler ve birbirini öldürmeler başlar. Bu amaçla hükümdar kendisine ra­kip olacağından korktuğu emirleri ve ileri gelenleri öldürür. Böylece hükümdar ileri ge­len kalifiye adamlarını kaybeder. Geriye buyruk dinleyen tebaa kalır. Bu ise devletin hızı­nı keser ve gücünü köreltir. Böylece devletteki ilk bozulma olan askeri bozulma başlar.

Sonra israfta hiçbir sınırın tanınmadığı harcamalar yapılır. İnsanlar en güzel ye­mekleri yemek, en güzel giysileri giymek, görkemli saraylar yaptırmak, süslü ve pahalı si-lahlar kuşanıp, yine bu özelliklerdeki atlara binmek için birbiriyle yarışırlar. Sonunda devletin gelirleri, giderleri karşılayamaz hale gelir ve böylece devletteki ikinci bozulma olan mali bozulma başlar.Bu iki bozulma devletin kendini savunmaktan aciz hale gelme­sine ve yıkılmasına yol açar.

Bazen devlet içindeki emirler birbirleriyle rekabete girip mücadele ettikleri için,dışardan gelen tehlikelere karşı koyamazlar. Bazen de devletin içine düştüğü acziyeti gö­ren uzak bölgelerdeki halk, bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan ederler. Devlet başkanının bütün bu olanları engellemeye gücü yetmez ve devletin sınırları gittikçe kü­çülerek, başlangıçtaki haline gelir. Bundan sonra sadece elde kalan bu sınırların korun­masına önem verilir. Ancak bir taraftan (devleti ayakta tutan) asabiyetin içine gömüldü­ğü acizlik ve tembellik, diğer taraftan gelirlerin yetersizliği yüzünden, elde kalan toprak­lar da korunamaz ve sınırlar yeniden küçülür.

Bundan sonra devlet başkanı askeri, mali ve vilayetlerin yönetimiyle ilgili siyase­tini değiştirme yoluna gider. Bundaki amacı, gelirlerin giderleri karşıladığı, askerlerin el­deki toprakları korumaya yettiği ve vergilerin gerekli ihtiyaçları karşılamak için harcan­dığı, bir uyum içinde devlet işlerinin yürümesini sağlamaktır. Bunun için devletin baş­langıcındaki ölçüleri esas alır. Ancak bununla birlikte bozulma her tarafta kendini göste­rir. Bu dönemde de daha önce yaşanan gelişmeler yaşanır ve devlet başkanı daha önceki devlet başkanının yaptığı değerlendirmeleri yapar. Amaç her dönemde yenilenen ve ül­kenin küçülmesine yol açan bozulmaları önlemektir. Bu şekilde kendinden önceki devlet başkanlarının politikalarını değiştiren her bir başkan sanki yeni bir devlet kuruyor gibi­dir. Bu durum devletin tamamen yıkılıp, başka milletlerin onu ele geçirmesine ve kendi­leri için yeni bir devlet kurmalarına kadar devam eder. Sonra Allah'ın olmasını takdir et­tiği bütün bu hadiseler yeniden gerçekleşir.

İslam devletinin başına gelenler buna örnektir. Önce fetihlerle ve başka milletlere galip gelerek sınırları genişlemiş, elde ettikleri zenginlik ve bolluk sayesinde askerlerin sa­yısı artmıştır. Bu durum Emevilerin yıkılıp yönetimi Abbasilerin ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Abbasiler döneminde, (bedevilik özellikleri terk edilerek) medeni alış­kanlıklar kazanılmış, lüks ve sefahat artmış, devlette bozulmalar görülmüş ve devletin sınrıları Endülüs ve Mağrib'ten itibaren daralmaya başlamıştır. Endülüs'te Emevi, Mağ­rib'te ise alevi (şii) devleti kurularak bu bölgeler Abbasi devletinden kopmuştur.

Sonra Harun Reşid'in çocukları arasında anlaşmazlık çıkmış, her yerde alevi da­veti ortaya çıkmış ve bir çok devlet kurmuşlardır. Daha sonra Mütevekkil öldürülmüş,emirler halifeleri hakimiyetleri altına alıp işlevsizleştirmişler ve her vali bulunduğu böl­gede bağımsız hareket etmiştir. Oralardan gelen vergiler kesilmiş, ancak bir taraftan dalüks ve israf artmıştır.

Mu'tezid hükümdar olduğunda, kendisinden önceki devlet politikasını değiştirip,bağımsız hareket eden ve kendilerine güç yetiremediği valilerin bulundukları bölgeleri ülkesinden ayırmıştır. Saman oğullarının elinde bulunan Maveraünnehr, Tahir oğulları­nın elinde bulunan Horasan ve Irak, Saffar oğullarının elinde bulunan Fars, Tolun oğul­larının elinde bulunan Mısır ve Ağleb oğullarının elinde bulunan Afrika gibi. Böylece Arapların idaresi parçalanmış ve acemler onlara galip gelmiştir. Büvey oğulları ve Deylemler lslam devletini ele geçirip, halifeleri hakimiyetleri altına almışlardır. Diğer taraf­tan Saman oğulları Maveraünnehr'i yönetmeye devam etmiş, Fatımiler ise Mağrib'ten Mısır ve Şam'a uzanarak oraları hakimiyetleri altına almıştır. Sonra Türk Selçuklu devle­ti kuruldu. İslam ülkelerine hakim olan Selçuklular da halifeyi hakimiyetleri altında tut­muş, sonra da devletleri yıkılmıştır.

Abbasi halifeleri, Nasır zamanından itibaren küçülen ve nihayet Arap Irak'ı, lsba­han, Fars ve Bayreyn'den ibaret kalan bölgeleri elinde tutuyorlardı. Devlet bu sınırlar içinde -Tatar ve Moğol hükümdarı olan (Cengiz Han'ın torunlarından) Hülagu'nun Sel­çukluları yenip, onların ellerindeki lslam ülkelerini alana kadar- bir müddet daha yaşa­dı. Evet bütün devletler, sahip oldukları ilk sınırlara göre gittikçe küçülürler ve nihayet yıkılıp yok olurlar. Büyük veya küçük her devlet için bunu böyle kabul et. Allah'ın dev­letler hakkında geçerli olan kanunu budur. Allah'ın takdir ettiği vakit geldiğinde son bu­lurlar. "O'nun zatından başka her şey yok olacaktır:' (Kasas Suresi, 88).

Yorumlar

Depremde nerede durmalı?

Adım Doug Copp.

Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibi' nin kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. Devamı için

Fıkralar

Kediler İçin Kara Bir Gün

1300'lerde Avrupa 'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı.

Kurbanların şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç

oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar.

Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu.

Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'ye adnan menderes zamanında "marshall yardımı" ile el attık

Rumeli hisarının yapılışı

"ERKEKLER GİBİ SAVAŞAMADIN, BARİ OTURUP KADINLAR GİBİ AĞLA"

İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri ! Nezahet Onbaşı'nın kahramanlık öyküsü..

Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve askerlerinin başına gelenler