Genellikle, Zenginlik Ve Servete Başkalarına Boyun Eğip Yalakalık Edenlerin Sahip Olduğu Hakkında

 Zamanlar da geçse insanlarda değişse değişmeyen  bazı şeyler vardır İbn-i Haldun Mukaddime adlı meşhur eserinde bakın ne diyor. Halbuki aradan yuzyıllar geçti!...



Genellikle, Zenginlik Ve Servete

Başkalarına Boyun Eğip Yalakalık Edenlerin Sahip Olduğu Hakkında


İnsanların elde ettikleri kazançların, çalışmalarının ve emeklerinin (maddiyata dönüşmüş) kıymetlerinden ibaret olduğunu yukarıda gördük. Eğer bir insan çalışmayı tamamen terk ederse, kazanç elde etmeyi tamamen kaybetmiş olur. işinin ve çalışmasının kıymeti, o işin insanlar arasındaki değeri ve insanların o işe duyduğu ihtiyaç ile orantılıdır.


Kazancının azlığı veya çokluğu da yine buna göre olur.


Az önce makam ve nüfuz sahibi olmanın servet elde etmede etkili olduğunu açıkladık. Çünkü insanlar kendilerine gelebilecek zararları uzaklaştırmak ve menfaat elde etmek için, malları ve çalışmalarıyla, makam sahiplerine yaklaşmak isterler. Aslında insanların makam sahiplerine yaklaşmak için sarf ettikleri çalışmalar ve mallar, zararlardan korunma veya menfaat elde etme amaçlarının bedelidir. Dolayısıyla bu bedeller makam sahibinin kazancı haline dönüşür ve kısa sürede zengin ve varlıklı biri haline gelir.


Makamlar, insanlar arasında dağılmıştır ve derece derecedir. Bu derecelerin en yukarısında, artık kendisinin üzerinde bir otorite bulunmayan hükümdarlık, en aşağısında ise (makamından dolayı) kimseye bir fayda veya zarar veremeyecek durumda olanlar bulunur. Bu ikisinin arasında ise pek çok derece vardır. Bu, Allah'ın yaratmış olduğu şeylerdeki hikmetidir. Bu durum, insanların yaşamlarının düzene girmesi, işlerinin kolaylaşması ve böylece hayatlarını devam ettirebilmeleri için gereklidir. Çünkü insan türü, nadir durumlarda farazi olarak söz konusu olsa bile tek başına yaşamını devam ettiremeyeceği için, hemcinsleriyle yardımlaşmak zorundadır. Bu yardımlaşma ise ancak zorlamayla olur. Çünkü insanlar genelde (bir bütün olarak) insanlığın faydasına olan şeyleri bilmezler. Ayrıca Allah insanlara (düşünüp) seçme yeteneği verdiği için, insanların fiilleri tabii (içgüdüsel) olarak değil, düşünüp taşınmaları sonucu ortaya çıkar. Bu yüzden (içgüdüsel olarak yardımlaşmadıkları ve düşünmekle de yardımlaşma yoluna gitmedikleri zaman) yardımlaşma imkansız hale gelebilir ve bu durumda, insanların kendi çıkarları için, içlerinden birinin onları yardımlaşmaya zorlaması kaçınılmaz olur. Ta ki, insan türünün devam etmesindeki ilahi hikmet böylece gerçekleşmiş olsun. Şu ayet bunu ifade ediyor: "Birbirlerine iş gördürıneleri için bazılannı diğerlerine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır." (Zuhruf Süresi,

32). Makamın, o makamda bulunana, idaresi altındaki insanlar üzerinde, -baskı ve zora dayalı olarak- izin verme, yasaklama gibi tasarrufta bıılunma ve yönetme imkanı veren yaptırıcı bir güç olduğu daha önceki söylediklerimizle açıklığa kavuşmuştu. Bu yaptırıcı güç, şeriat ve siyaset hükümlerinde olduğu gibi, insanları, menfaatlerine olan şeylere yönlendirmek ve zararlarına olan şeylerden sakındırmak için adilce ve bunun dışındaki şahsi amaçlar için kullanılır. Ancak birincisi bizzat ilahi iradenin istediği şey, ikincisi ise bu ilahi iradeye, -diğer şer unsurlarında olduğu gibi- sonradan karışmış olan durumdur. Çünkü bazen çok fazla hayır, ancak az bir miktar şerrin varlığıyla elde edilir. Ancak bu durum o hayn ortadan kaldırmaz. Aksine ona az bir miktar şer karışmış olur. Yaratılmışlar içinde zulmün (sonradan) ortaya çıkmış olmasının anlamı budur. Bu gerçeği iyi anla.

Bir şehir veya bölgedeki umranda yer alan derecelerin her birinin, kendisinden

sonra gelen dereceye göre bir (yaptırım) gücü vardır. Aşağıdaki derecelerin her biri de, kendisinin üzerindeki derecenin, makam ve nüfuzundan yararlanmak ister. Böylece üsteki derece sahibi, kendi altındakilerden (onların kendi makam ve nüfuzundan yararlanmak istemelerinin bedeli olarak) yararlandığı ölçüde kazanç elde eder. Dolayısıyla insanlar arasında makam ve nüfuzun etkisi yaşamın her alanında vardır ve umrandaki derecesine göre, bu etkinin sınırlan genişler veya daralır. Eğer makamın etkisi genişse, ondan sağlanan kazanç da aynı şekilde bol olur; darsa bu sefer de az ve sınırlı olur.

Servet sahibi olsalar bile, makam ve nüfuzdan yoksun olanlar, sadece çalışıp gayret ettikleri oranda kazanç elde ederler ve servetleri çoğalır. (Makam ve nüfuz sahipleri gibi oturdukları yerden avanta elde edemezler). Genelde tüccarların, çiftçilerin ve meslek erbabının çoğunun durumu böyledir. Makam ve nüfuzdan mahrum olup, sadece çalışmalarının geliriyle yetinen böyle kimseler, kısa sürede servet elde edip zengin olamayacakları gibi, çoğunlukla da fakirleşip sıkıntı içine düşerler ve ancak zaruri ihtiyaçlarını temin etmek için çalışırlar.

Böylece bütün bu hususlar, yani makam ve nüfuzun (etkilerinin) farklı derecelerde olduğu, zenginlik ve servet elde etmenin de makam ve nüfuza sahip olmakla bağlantılı olduğu sabit olunca, insanlara makam vermenin en büyük iyilik ve bağışlardan biri olduğu anlaşılmış olur. Ancak insanlara makam bağışlama durumunda olanlar, bunları sadece kendi elinin (etki ve hakimiyetinin) altında olanlara verirler. Dolayısıyla bu makamlar, üstün konumda bulunanların bir minneti olarak verilir. Onun için, bu makamlara talip olanlar, bunları verme durumunda olanlara boyun eğmek ve yalakalı yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde bu makamlara sahip olamazlar.

İşte başkalarına boyun eğınenin ve yalakalık etmenin, -zenginlik ve servet elde etmeyi sağlayacak- makam sahibi olmanın yollarından biri olduğıınu söylememizin anlamı budur. Zenginlik ve servet sahiplerinin çoğu bu karakterdedir. Onun için üstün ahlaklı ve kişilikli insanların çoğunun, her hangi bir makama sahip olmadıklarını, sadece kendi çalışmalarıyla kazanç elde et erini, bu yüzden de fakirlik ve zorluk içine düştüklerine şahit oluyoruz.

Bil ki kötü ve yerilmiş ahlaktan uzaklaşıp, üstün bir ahlaka ve kişiliğe sahip olmak,

ancak kişinin kendisinde bir kemal ve yeterlilik vehmetmesiyle ve insanların kendisinin ilim ve sanatına muhtaç olduğunu hissetmesiyle gerçekleşir. Kuşatıcı ve derin bir ilme sahip olan alim, çok iyi yazan katip ve son derece belagatlı şiirleri olan şair olmak gibi. Kendi sanatını çok güzel icra eden herkes, insanların, kendi yaptığı işe muhtaç olduklarını vehmeder ve bununla insanlara karşı bir üstünlük sağlamış olur. Ataları içinde bir hükümdar, meşhur bir alim veya her hangi bir hususta mükemmel olan birinin bulunduğu kimseler de aynı vehme sahip olurlar. Bu kimseler şehirde ataları hakkında söylenen (olumlu ve güzel) şeyleri görüp duyduklarında, onlara olan yakınlıkları ve onlara varis olma konumlarından dolmayı, kendilerinin de söylenen bu şeylere hak sahibi olduklarını vehmederler. Oysa kişilerin şahsen sahip oldukları mükemmellik hiçbir şekilde miras bırakılamayacağı için, bu gibi kimseler mevcut olmayan bir şeye tutunmaya çalışırlar. Aynı şekilde görüp geçirmiş bilgili ve tecrübeli kimseler de kendilerinde bir mükemmellik hissederler ve insanların kendilerine muhtaç olduğu vehmine kapılırlar.

Bu insanların makam sahiplerine ve kendilerinden üstün durumda olanlara boyun eğınedikleri ve yalakalık yapmadıkları görülür. Diğer insanları da, -kendilerinin daha üstün olduklarına inandıkları için- küçük görürler. Evet, bu kimseler hükümdara bile yalakalık yapmazlar, bunu alçaklık ve zül olarak görürler. İnsanların kendileriyle olan ilişkilerinde, kendilerinde vehmettikleri üstünlüğe göre muamele etmelerini beklerler. Bu şekilde hareket etmeyenlere kin beslerler ve belki de bundan dolayı hüzün ve kedere boğulurlar. Hak ettikleri saygı ve hürmeti gerekli kılmak veya insanların bundan yüz çevirmesinden dolayı, daima büyük bir zorluk ve sıkıntıya katlanmak zorunda kalırlar.

Diğer taraftan insan tabiatındaki ilahlaşma (mükemmellik ve üstünlüğü kendisinde görme) eğiliminden dolayı, diğer insanlar onların bu şekilde davranmalarına öfkelenir. Çünkü insanların, başkalarının mükemmelliğini ve kendilerinden üstün olduklarını kabullenmeleri çok az görülecek bir durumdur. Bu ancak bir çeşit baskı ve zorlama sonucu olur. Ki bu da makam ve nüfuz çerçevesinde gerçekleşir. Oysa açıklandığı gibi bu insanlar makam sahibi olmadığı için, kendilerini üstün görmek istemeleri insanların öfkelenmelerine yol açar ve böylece insanların iyiliklerinden hiçbir pay elde edemezler. Sonuçta, kendinden üstün durumdakilere boyun eğınedikleri ve yalakalık yapmadıkları için makam sahibi olamadıkları gibi, üstünlük taslamak suretiyle diğer insanları da öfkelendirdikleri için, geçimleri zorlaşır, fakirlik ve zaruret içine düşerler veya biraz daha iyi durumda olurlar. Ancak servet sahibi olamazlar.

Bu yüzden insanlar arasında "marifette kemale eren, (dünyevi) nasipten mahrum

olur" sözü meşhur olmuştur. Bunun anlamı, birinin marifette (kemal derecesinde) rızıklanmış olması,, nasipleneceği (dünyevi) payın yerine hesap edilir ve böylece dünyevi payı kesilir. "Bir şey için yaratılmış olunana, o şey kolaylaştırılır:' Her şeyi takdir eden Allah'tır ve O'ndan başka Rab yoktur. Bu kişilikte olanlar nedeniyle, devlet makamlarının çoğuna düşük seviyeli kimseler gelirken, yüksek seviyeli kimseler de bu makamlardan inerler. Bunun sebebi, devlet üstünlük ve hakimiyette en ileri noktaya ulaştığında, yönetim sadece hükümdarlık hanedanının eline geçer ve diğerleri yönetime ortak olmaktan ümidini keserler. Bu yüzden hanedanlığın dışındaki insanlar, hükümdarın hakimiyeti altında ve sanki onun köleleriymiş gibi, diğer makamlara gelmek için çalışırlar.

Devlet yaşamaya devam edip, hükümdarlık büyük bir güce ulaşınca, hükümdarın

hizmetine giren, nasihatleriyle ona yaklaşan ve hükümdar tarafından önemli görevlere atanan herkesin hükümdar yanındaki derecesi eşit olur. Bu aşamada esnaftan pek çok kişinin her türlü hizmet ve nasihatle hükümdara yaklaşmaya çalıştıkları, bu amaçla hükümdara, etrafındakilere ve hanedanlık soyuna mensup olanlara büyük bir yalakalık örneği sergiledikleri görülür. Böylece onların yanındaki yerlerini sağlamlaştırmayı, hükümdarın çevresindeki insanlar arasına alınmaya ve sonuçta zenginlikten büyük bir pay almayı hedeflerler. Onlar bununla meşgul olurken, bütün zorlukların üstesinden gelerek devleti kurmuş olan kabilenin kendi evlatları, (devletin kurulması noktasında) babalarının yaptıkları hizmetleri ve fedakarlıkları öne sürüp, nafile yere beklenti içinde olurlar ve bütün bunları hükümdara karşı bir minnet vesilesi sayıp kaprisli bir eda ile hareket ederler. Ancak bu tavırları ile hükümdarı ötkelendirirler ve hükümdar onları etrafından uzaklaştırır. Onların yerine --devletin kurulması noktasında babalarının yaptıkları hizmetleri öne sürerek kapris yapacak ve üstünlük taslayacak durumda olmayan- kimseleri geçirir. Bu kimselerin en belirgin özelliği hükümdara boyun eğmek, yalakalık yapmak ve onun isteklerini yerine getirmeye çalışmaktır. Bu yüzden makamları yükselir, nüfuzları genişler ve hükümdarın yanında sahip oldukları dereceden dolayı insanlar saygı ve hürmet ile onlara yönelirler. Kurucu kabilenin mensupları ise kaprisli ve kendilerini üstün gören tavırlarına devam ederler. Ancak bu tavır sadece, hükümdarın öfkelenip onları yanından uzaklaştırmasına ve yerlerine başkalarını tercih etmesine neden olur. Bu hal devletin çöküşüne kadar devam eder ve devletler için bu durum doğaldır. İşte dışardan devlet hizmetlerine alınanların durumu genelde bu yüzdendir. Bütün eksikliklerden uzak olan yüce Al en iyi bilendir. Başarı O'ndandır ve O'ndan başka Rab yoktur.


Yorumlar

Depremde nerede durmalı?

Adım Doug Copp.

Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibi' nin kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. Devamı için

Fıkralar

Kediler İçin Kara Bir Gün

1300'lerde Avrupa 'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı.

Kurbanların şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç

oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar.

Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu.

Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'ye adnan menderes zamanında "marshall yardımı" ile el attık

Rumeli hisarının yapılışı

"ERKEKLER GİBİ SAVAŞAMADIN, BARİ OTURUP KADINLAR GİBİ AĞLA"

İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri ! Nezahet Onbaşı'nın kahramanlık öyküsü..

Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve askerlerinin başına gelenler