Türkiye de Beş Yıl

 


Türkiye de Beş Yıl Liman Von Sanders sayfa 19-20 anlatılanlar gerçekten çok düşündürücü. İhanet mi cehalet mi okuyup karar verelim. En önemlisi de suçladıklarımızı meth ettiklerimizi bir daha akıl süzgecimizden geçirelim dememek mümkün değil..



1914 'ün Ocak ayı içinde bir gün, Ahmet İzzet Paşa, As­keri Kurulun da bir bölümünde çalıştığı Harbiye Nezaretine gelmedi ve hasta olduğu haberini aldım. Ertesi sabah Ahmet İzzet Paşa 'yı konağında ziyaret ettim ve kendisinin istifaya zorlandığını öğrendim. Bu akıllı ve her alanda bilgili insanla birlikte çalışma olanağını yitirdiğimden dolayı çok üzüldüm.


Ertesi gün, akşam üzeri Harbiye Nazırlığına atanan En­ ver, Nezaretindeki odamda beni ziyarete geldi. Ben o zama­ na kadar Enver' i bir kere, o da Almanya' da bir manevra sıra­sında görmüştüm.

Üzerinde paşa (general) üniforması bulunan Enver, ba­na Harbiye Nazırlığına atandığını bildirdi.

Padişahın bile meğer bu atamadan haberi yokmuş ...


Sa­bah odasında gazete okurken Enver' in Harbiye Nezaretine atandığını bildiren haberi görmüş ve gazete elinden yere düş­ müş. Orada bulunan yaverlerinden birine, "Bu gazete En­ver' in Harbiye Nazırı olduğunu yazıyor. Bu nasıl olur, En­ ver henüz çok genç değil mi?" diye hayretini dile getirmiş.

Bu haberi, olayın biricik tanığı olan yaverden duyduk. Gene­ralliğe yükselen Harbiye Nazırı Enver de, birkaç saat sonra padişahı ziyarete gelmiş.

Enver, bu yeni ve yüksek makama büyük bir hızla yer­leşti. Ordudaki sınıf arkadaşları, Enver' in kendilerini tanı­mak istemediğinden ve yanına yaklaşılamadığından yakınmaya başladılar. Hele l 9 14 ilkbaharında Saraydan bir pren­sesle evlenince, kendisine prens havası vermeye başladı.

Enver' in nasıl olup da bu makamlara yükselebildiğini dü­şündüğümüz zaman, padişahın İttihat ve Terakki Komitesi karşısında ne kadar güçsüz durumda bulunduğunu anlamış oluruz.


Benim için komite, her zaman, bir giz perdesine bürün­müş gibi göründü. Bu komitenin kaç üyeden oluştuğunu, bi­linen birkaç 'baş' tan başka içinde daha kimlerin bulunduğu­nu öğrenmek mümkün olmamıştır. Zamanla öğrendim ki, ko­miteye giren bir subay aleyhinde herhangi bir konuda hareke­

te geçmek, tam olarak sonuçsuz kalmaya mahkum bir iştir.


Enver' in yüksek makama geçtikten sonra yaptığı ilk iş,politika alanında kendisine rakip gördüğü Türk subaylarını or­dudan ayırmak oldu. Ocak 1914'te Enver, 1100 subayı birden emekliye ayırdı.

Sözleşme, Askeri Kurul Başkanına, yüksek komuta makamına getirilecekler konusunda görüş bildirme hakkını ve­riyordu. Bunu yapabilmek için, bu makamdakileri şahsen ta­nımam gerekiyordu. Fakat hiç olmazsa bu atamalar konusun­da bana önceden bilgi verilmesi gerekirdi. Bu nedenle En­ver' e, subayları kitle olarak emekliye ayırmasının gerekçesi­ni sordum. Bana verdiği karşılıkta, bunların Balkan Savaşı sı­rasında görevlerini yapamadıklarını, yeteneksiz ve yaşlı kim­seler olduklarını bildirdi. Bu, kendi görüşüne göre söylenmiş bir sözdü ve gerçeklere de pek uygun düşmüyordu.


Sonradan öğrendik ki, birçok subay da tutuklanarak Har­biye Nezaretinin bodrumlarına tıkılmıştı. Bunlar, dışarıda kalırlarsa kendi uygulamalarına karşı harekete geçeceklerin­den kuşku duyduğu subaylardı. Askeri Kurula bu gibi konularda hiçbir bilgi verilmiyordu. Ayrıca üzüntü uyandıran bir nokta da, bu sırada ülkede askeri ve siyasi bir bunalımın baş­ göstermiş olmasıydı.


Olayları yalnız dıştan gören ve içeride olanlardan habe­ri olmayan bazı çevrelerin bu işlere Alman Askeri Kurulu­nun da karışmış bulunduğunu sanması yadırganamaz.

Vilayetlerde de bazı subaylar tutuklanmıştı. Bu sırada,Anadolu' da ki bir şehir hapishanesinden bir mektup aldım.

Kendisini tanımadığım Arap asıllı bir Kurmay Yarbay olan bu tutuklu, güvendiği bir arkadaşı aracılığıyla mektubunu bana ulaştırabilmişti. Yazdığına göre, bir sabah bürosunda oturur­ken, Enver tarafından verilen bir emirle, gerekçe gösterilmek­sizin tutuklanmış ve hapishaneye gönderilmişti. Benden yar­dım rica ediyor, durumuyla ilgilenmezsem bir gün ortadan kaybolacağından korkuyordu.

Mektubu elimle Enver' e verdim, bu konuda bilgi rica et­tim. Enver, bu işten haberi yokmuş gibi davranıyordu. Olayı araştıracağını söyledi. Bana gönderilen mektubun bir eşini de Alman sefiri almıştı. Sefir, bu olayda benim izlediğim yolu öğrenince hayretler içinde kaldı. Ama bu olayla, hiç değilse,subayın sorgusunun yapıldığı ve duruşmanın normal mahke­mede görüleceği bana bildirildi.

Enver, bir süre sonra, Türk Ordusunda o zamana ka­dar var olan Yüksek Askeri Şurayı ortadan kaldırdı. Alman Askeri Kurul sözleşmesinde benim de Şuranın üyesi oldu­ğum açıkça yazılıydı. Bu en yüksek askeri kurumun kaldırıl­ması konusunda ne bana ve ne de öteki üyelere bilgi verme­ye, bildirimde bulunmaya gerek görülmedi. Bunları rastlantı olarak öğreniyorduk.


Bir süre sonra Enver' le aramızda çatışmalar başladı. Çünkü benim askeri görevim ve yetkilerim konusunda değişik gö­rüşlerimiz vardı. O günlerde ortaya çıkan bir sorunu, bu ko­nuda bir örnek olarak anlatacağım:


Çorlu' da bulunan 8. Tümeni denetledim. Tümenin duru­mu yürekler acısıydı. Subaylar 6-8 aydan beri maaş alamamış­lardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler, günlerden, aylardan hatta yıllardan beri maaş yüzü görmemişlerdi. Çok kötü bes­leniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı. Çorlu istasyo­nuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erleri­nin pabuçları yırtıktı; bir kısmı da çıplak ayakla göreve çık­mıştı. Tümen kumandanı, erlerin zayıf ve güçsüz olduğundan,çıplak ayakla yürümenin zorluğundan, arazide tatbikata çıka­madıklarından yakındı. Bunun üzerine Enver, Tümen Ku­mandanı Ali Rıza' yı emekliye ayırdı. Bunu haber alır almaz Enver' in karşısına çıktım ve Türkiye' de bana gerçeği söyle­yen subaylar görevlerinden alınacaklarsa, benim Türkiye' de çalışmama gerek kalmayacağını söyledim.


Enver, birkaç kere ileri geri konuştuktan sonra, emekli­ye ayırdığı Albay Ali Rıza 'yı eski görevine getirdi. Dünya Sa­vaşı sırasında görevini başarıyla yapan Albay Ali Rıza,1918 'de paşa (general) rütbesiyle bir kolordunun başında bu­lunuyordu.

Enver, bu olaydan sonra beni yanıltmak için başka yol­lar buldu. Denetleyeceğim birliklere, levazım dairesine hızla yeni elbiseler gönderiyor, görevim bittikten ve ben oradan ay­rıldıktan sonra bunları geri aldırıyordu. Ben her gittiğim yer­de aynı elbiseleri gördüğümü anlıyor ve eskiden denetlediğim

yerleri aradan çok zaman geçmeden tekrar ziyaret ediyordum.


Denetleme yerlerine yalnız yeni elbise gönderilmekle yetinilmiyor, zayıf ve güçsüz askerler de değiştirilerek yerlerine sağ­lıklı ve güçlü birlikler gönderiliyordu. Hastalar, zayıflar, güç­süzler benden saklanıyordu. Böylece 'Alman Paşa 'sının, ya­kınacağı çirkin görüntülerle karşılaşması önleniyordu ...


O zamanlar Türk birliklerinde, iç hizmetlerin pek çoğu yerine getirilmiyordu. Subaylar, erlerine özen göstermeye, du­rumlarını denetlemeye alışık değillerdi. Birçok birlikte erle­rin üstü bit, pire gibi haşaratlarla doluydu. Kışlaların hemen hiçbirinde hamam yoktu. Koğuşların havalandırılması gerek­tiği bilinmiyordu. Mutfak düzeni, düşünülemeyecek kadar il­keldi. Mutfak işletmesi temiz ve düzenli değildi. Ben Alman­ya' ya örnek bir mutfak takımı ısmarlayacağım sırada, Aske­ri Kurul üyelerinden 3. Tümen Kumandanı Yarbay Nicolia, Selimiye Kışlasında çok güzel ambalajlar içinde saklanan bir mutfak takımını rastlantı sonucu buldu. Alman İmparatoru bu takımları beş yıl önce armağan olarak Türk Ordusuna gön­dermiş, fakat Harbiye Nezareti bunların ambalajlarının bile

sökülmesini emretmeden kışlaya göndermiş, mutfak beş yıl öylece beklemişti.

Atlı birliklerde hayvanların durumu çok kötüydü. Bunla­rın çoğu Balkan Savaşı' n da uyuz hastalığına yakalanmış ve bu tarihe kadar tedavi görmemişlerdi. Nal bakımı yoktu. Eyer, baş­lık ve koşum takımları da bakımsızdı. Ahırlar tam anlamıyla ih­mal edilmiş bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.

İstanbul 'da ziyaretçilerin dıştan görünen yerlerinin güzel­liği ve yapılarının büyüklüğü dolayısıyla hayran kaldıkları as­keri binaların içleri ise, yürekler acısı bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.

Enver' in en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan uyarıların doğruluğuna inandıktan sonra, elinden gelen bütün çabayı harcayıp Harbiye Nazırı olarak yetkilerini kullanarak Dünya Savaşı sırasında bunları düzeltmeye çalışması olmuştur.


Biz ilk zamanlar değişiklikler yapmak istediğimiz ya da düzeltmeye kalktığımız zaman, kumandanlar sürekli bu işler için bütçede para olmadığından söz ederlerdi. Bu, işleri yoku­şa sürmek için en kolay yoldu. Gerçekte ise bulunmayan pa­ra değil, düzen, temizlik ve çalışma isteğiydi.


Türk, Alman subayı tarafından işe zorlanmaktan hoşlan­mıyor ve verdiği cevaplarla alıştığı biçimde yaşayışını sürdür­meye çalışıyordu. Birçok Türk subayının kanısı ise, büyük rüt­beli insanların bizim yaptığımız bu çeşit küçük işlerle uğraş­masının yakışıksız olduğu noktasındaydı.


Fakat biz çalışmamızı sağlam bir temele oturtmak için bu yolda direnmek zorundaydık. Bir süre sonra yavaş yavaş Türk subaylarının gittikçe büyüyen bir kitlesinin bize yardımcı ol­maya başladıklarını gördük.


Tüm Türkiye'nin kilit noktalarında kurmay yetiştiren Akademi de bunun içinde o zamanlar sağlam olmayan kural­lar egemendi ve arazi tatbikatı ihmal olunurdu. Pratik talim ­terbiye ve dolayısıyla hemen karar verme konusunda, gerek kurmay subaylar, gerekse yüksek rütbeli öteki kıta subayları

başarısızdı. Bu nedenle, bütün yetiştirme kurallarının baştan aşağıya değiştirilmesi gerekiyordu.


Türk askeri hastahanelerinin çoğunun durumu korkunç­tu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü kokular, tıklım tık­lım dolu hastahane koğuşlarını dayanılmaz duruma sokuyor­du. İç ve dış hastalıklardan yatanlar, yanyana ve hatta aynı ya­takta yatırılıyordu. Yatak sayısı az olduğundan, hastalar daha çok koridorlarda sık sık sıralar şeklinde ve kısmen minderler, kısmen de beylikler üzerine yatırılıyordu.

Yorumlar

Depremde nerede durmalı?

Adım Doug Copp.

Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibi' nin kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. Devamı için

Fıkralar

Kediler İçin Kara Bir Gün

1300'lerde Avrupa 'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı.

Kurbanların şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç

oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar.

Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu.

Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'ye adnan menderes zamanında "marshall yardımı" ile el attık

Rumeli hisarının yapılışı

Osmanlı Arşiv belgeleri

Hüseyin Nihâl Atsız'ın Topal Asker şiirini yazmasına sebep olan hadise:

Son padişah Vahdettin hain miydi