ABD Sultanahmet'i bombalayacaktı
Türk-Amerikan ilişkilerinin hasar gördüğü ilk olayın Irak'taki Çuval skandalı olduğunu sananlar yanılıyor. Meğer
ABD, Sultanahmet'i bombalamaktan son anda vazgeçmiş.
Yakın tarih konusunda fazlasıyla meraksız gençlerimize ve balık hafızasına sahip kimi yaşlılarımıza soracak olursanız, sizlere,
150 yıllık geçmişe sahip Türk-Amerikan ilişkilerinin ciddi biçimde hasar gördüğü ilk olayın 4 Temmuz 2003'de Kuzey Irak'ta yaşanan "çuval
skandalı" olduğunu söyleyeceklerdir.
Oysa gerçekler bambaşka; son 40 yıl içinde Amerikalı "kadim dostlarımız"la en az üç kez çatışmanın
eşiğine geldik ve bunlardan en trajik olanı ise Başkan Nixon'un, Beyaz Saray'daki danışmanlarının kışkırtmalarına uyarak Sultanahmet Camii'ni bombalatma
kararından son anda dönüşüydü.
Türk-Amerikan ilişkilerinin bilinen ilk başlangıç noktası, Beyaz Saray'ın Kuzey-Güney iç savaşında güneyli ayrılıkçılara
karşı lojistik faaliyetlerde kullanmak üzere Osmanlı yönetiminden deve sipariş etmesi ve toplam sayıları yüzü aşan bu "askerî taşıyıcılar"ın
İstanbul yönetimi tarafından siyasî bir jest mahiyetinde bedelsiz olarak (ya da önemsiz bir bedel karşılığında) Yeni Dünya'ya gönderilmesidir. Hattâ, ünlü
"Camel" sigaralarının üzerindeki deve simgesinin de bu ilk diplomatik ilişkiden doğduğu söylenir.
Dolayısıyla, Beyaz Saray ile 150 yıllık ilişkilerimizin tarihçesinde, ilk askerî yardımın bizim tarafımızdan
verilmiş olduğu gibi bir sonuç çıkıyor ortaya...
Zaman içinde konjonktür değişip, adım adım güçsüzleşen Osmanlı Devleti yerini tarih sahnesinde taze bir başlangıç yapmak isteyen
Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakırken, İngiltere ve Fransa'nın yönettiği Eski Dünya'yı ilk etapta uzaktan izlemekle yetinen ABD de 20'nci yüzyılın başlarıyla
birlikte "mahallenin yeni ağabeyi" konumuna erişecekti.
Beyaz Saray, 1923 yılında Anadolu'da kurulan genç cumhuriyeti tanımakta ilk anda pek de öyle istekli görünmedi; nitekim Kongre'nin "Türkiye
Cumhuriyeti" adlı bu yeni ülkeyle kurulacak diplomatik ilişkileri onaylaması 1929'u bulacaktı. Ama Türklerin ufalanarak yok edilemeyecek kadar inatçı bir millet olduğu
anlaşılınca, Washington da zaman içinde bu reddiyeci tavrından vazgeçecek ve Türkiye 1950'li yılların başlarıyla birlikte -sahip olduğu stratejik SSCB sınırı
nedeniyle- ABD'nin en gözde müttefiklerinden birine dönüşecekti.
1948-52 yılları arasında, İkinci Dünya Savaşı'ndan ekonomik zarar gören Avrupa ülkelerine ABD yönetimince dağıtılan
ünlü "Marshall Yardımı"ndan -savaşa fiiilen katılmamamıza rağmen- payımıza düşen yaklaşık yarım milyar dolar da taraflar arasında yapılan
bu "mantık evliliği"nin bir anlamda yüzüğü oldu. Menderes iktidarının hüküm sürdüğü sonraki on yıl boyunca, iki ülke arasındaki
ilişkiler herhangi bir ciddi pürüz yaşanmaksızın kendi rutininde sürüp gitti. Ta ki Türkler girdikleri derin uykudan uyanıp "civar coğrafyalarda tarihî misyonları
olan bir devlet" olduklarını yeniden hatırlayana ve Kıbrıs'ta katledilen soydaşlarına müdahaleye hazırlanana kadar...
Uysallaştırılamayan bir müttefik: Türkiye
Uzun yıllar güllük gülistanlık bir görünüm çizen Türk-Amerikan ilişkileri ilk ciddi darbesini, 27 Mayıs İhtilâli'nden
sonra kurulan İnönü kabinesinin Kıbrıs'taki Rum terörü nedeniyle Ada'ya müdahale hazırlığı yapmasıyla aldı. Suikaste kurban giden John F. Kennedy'nin
yerine bu göreve henüz atanmış olan yeni başkan Lyndon Johnson, 5 Haziran 1964'de Başbakan İnönü'ye gönderdiği -her türlü diplomatik nezaket sınırını
aşan- o ünlü uyarı mektubunda, "Aklınızı başınıza alın" diyordu, "Osmanlı dönemi artık kapandı. Bu dünyanın yeni efendileri
bizleriz. Beyaz Saray'a danışmadan, öyle kafanıza göre her istediğinizde oraya buraya saldıramazsınız. Siz Kıbrıs'a çıkarma yaptığınızda
NATO içinde bir Türk-Yunan Savaşı çıkar ve örgütü krize sürüklersiniz. Ayrıca, şimdiden haber vereyim, bu müdahalenizden sonra SSCB de size saldırırsa
hiçbirimiz yardıma gelmeyiz, ona göre!"
"Johnson Mektubu", Türk kamuoyunda büyük infiale yol açtı ve İnönü 13 Haziran'da mektuba, "Türk
halkının, bu büyük müttefikinin sergilediği anlayışsız tutum karşısındaki derin hayâl kırıklığını" dile getiren bir cevap
gönderdi. Başbakan, hemen ardından da 21 Haziran'da ABD'ye uçtu ve "büyük birader" ile Beyaz Saray'da bu konuyu bir kez de yüzyüze görüştü.
Tarihteki uzun varoluş serüveni boyunca başkalarından fırça yemeye hiç alışık olmayan olan Türkiye, ABD'nin bu yöndeki yaklaşımından da hoşlanmamış
ve hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirmişti. ABD yönetimi Türkiye'de giderek yoğunlaşan anti-Amerikancı tepkiler karşısında üslûbunu belli
ölçüde yumuşatırken, Ankara da olayı daha fazla kangren hâle getirmemek için Kıbrıs'a müdahale planından o anlık vazgeçmek zorunda kalıyordu.
Bu kez hem 'Kıbrıs', hem de 'afyon' sorunu...
Güçlükle yatıştırılan Türk-Amerikan ilişkilerinde ikinci büyük fırtına ise 1970'lerin başlarında koptu.
Ocak 1969'da görev başlayan Başkan Richard Milhous Nixon'u, başta -artık iyice zıvanadan çıkmış durumdaki- Vietnam Savaşı olmak üzere bir sürü
uluslararası sorun, yanısıra da bir türlü tam anlamıyla hizaya getirilemeyen Türkler bekliyordu. Üstelik bu kez kriz bir değil, iki ayrı konu başlığına
sahipti: Hem Türk ordusunun Kıbrıs'a müdahale olasılığı, hem de Türkiye'deki afyon ekimi... ABD çok uzun bir süredir Türkiye'ye, ülkedeki bütün
afyon tarlalarını yok etmesi için bunaltıcı bir baskı yapıyor, bunun karşılığında ise zarara uğrayacak olan Türk çiftçilerini sübvanse
edeceğini söylüyordu. Ulusal ilaç endüstrisi için gerekli olan afyon hammaddesi ise geriye kalacak olan tek bir devlet çiftliğinde kontrollü olarak üretilecekti.
ABD'nin bu dayatmacı tavrı Türkiye'de kısa sürede hükümet aleyhine bir iç politika malzemesine dönüştü. Muhalefet,
iktidarı "Neyi ekip neye ekmeyeceğimize de Sam Amca mı karar verecek, nedir bu teslimiyetçiliğiniz" sözleriyle köşeye sıkıştırırken, bu sırada
binlerce kilometre ötedeki Beyaz Saray'ın oval ovisinde birkaç dış politika danışmanı da küresel sorunlardan boğulmuş durumdaki Nixon'a akıllara zarar bir
teklifte bulunuyorlardı:
"Sayın Başkan, bu Türkler artık gerçekten de sabrımızı taşırmaya başladılar, şimdilerde onlara hiçbir konuda
söz dinletemiyoruz. Akdeniz'deki jetlerimize emir verelim, uyarı mahiyetinde bir bombardımanla İstanbul'daki Mavi Cami'yi onların başına yıksınlar. Böylelikle,
hem Kıbrıs'ta hem de haşhaş konusunda ne kadar ciddi olduğumuzu anlayacaklardır!"
"Çuval skandalı"ndan yaklaşık 34 yıl önce gündeme gelen bu "müthiş" teklif, bereket versin ki Nixon'u yalnızca
tebessüm ettirdi ve kısa bir süre sonra henüz akılları başlarında olan diğer bazı danışmanların kararlı tutumu sonucunda seçenekler arasından
çıkartıldı. Nitekim, Türkiye de verilecek olan sübvansiyonlar karşılığında, 29 Ekim 1971'de afyon ekimini yasakladı. Ancak, bu yasak 1974'e kadar sürecek
ve Ankara yönetimi. Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra ABD'den gördüğü dışlama politikasına bir tepki olarak hem ülkedeki Amerikan tesislerine
el koyacak, hem de afyon ekimini yeniden serbest bırakacaktı. ABD ise bu "isyan"a 5 Şubat 1974-1 Ağustos 1978 tarihleri arasında Türkiye'ye katı bir silah ambargosu uygulayarak
karşılık verdi. Ancak, uygulanan ambargo, böylesi bir dost kazığı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk ordusunu ilk anda biraz sarsmakla birlikte, sonraki
yıllarda bu yalnızlığın çok önemli yararları da görüldü ve hükûmetler benzeri durumlarda kendi ayakları üzerinde rahatça durabilmek için
savunma teknolojilerinde giderek daha fazla oranda yerli üretime yöneldiler. Sonuçta, Aselsan ve TAI gibi çok önemli kuruluşlar doğdu.
Ve sivil Nixon Türkiye'de...
Amerikan siyaset çevrelerinde, "Başkanlar hiçbir zaman emekli olamazlar" şeklinde bir deyiş vardır. Eh, beyninde bu denli fazla sayıda
sırrı taşıyan birine sistem de emeklilik şansı tanımaz doğal olarak. Nitekim, aslında Nixon'a da başkanlığı bırakmak oldukça yaradı ve istifası
sonrasında giderek daha bilge bir kişiliğe dönüştü. Watergate Skandalı'nın yol açtığı saygı erozyonu ilerleyen yıllarda uluslararası kamuoyunun
belleğinde yavaş yavaş tedavi edilirken, o da zamanla Amerikan siyaset sahnesindeki "bir bilen"ler arasına katılacak, katıldığı konferanslar ve yazdığı
kitaplarla genç kuşakları devlet yönetiminin karmaşık yapısı hakkında aydınlatacaktı. Diğer bir dizi yapıtının yanısıra 1978 yılında
kaleme aldığı "The Memoirs of Richard Nixon" (Richard Nixon'ın Anıları), bu alanda gerçekten de bir ders kitabı niteliğindeydi. Nixon, 1960 ve 70'ler boyunca
ABD-Türkiye ilişkilerinde yaşanan çalkantılara da ilk kez burada yer verdi. Sabık Başkan, o kitabında Kıbrıs ve haşhaş ekimi konularında âsi davranan
Türklerin burnunu sürtmek için bir ara danışmanlarının gazına gelerek ünlü Mavi Cami'yi (Batılıların Sultanahmet'e mavi çinilerinden dolayı
verdikleri isim) 6. Filo'dan havalanacak jetlerle bombalatmayı düşündüğünü, ancak sonradan bu dehşetengiz fikrin NATO'nun çökmesine kadar varacak bir uluslararası
bunalımı başlatacağını farkederek derhal vazgeçtiğini açık yüreklilikle itiraf eder.
Nixon, başkanlığı döneminde Türkiye'ye hiç gelmedi, bu yüzden Türkiye'ye ilişkin bütün bilgi ve algıları
da doğal olarak teorik düzlemdeydi. Ancak, Watergate skandalı nedeniyle başkanlığı bırakıp siyaset sahnesinin önde gelen analistlerinden birine dönüştükten
sonra sivil kimliğiyle ülkemize bir değil ardarda iki kez geldi. Ki bunlardan özellikle 14 Eylül 1986'da gerçekleşen ilk ziyaret, dünya siyaset tarihine geçecek ölçüde
mânidar anlarla doludur. Bir grup Amerikalı işadamıyla birlikte gelen ve amacı daha ziyade danışmanlık yaptığı bazı holdingler için yeni iş olanakları
araştırmak olan Nixon'a, dönemin Özal hükûmeti tarafından verilen siyasî randevuların yanısıra ilginç bir de turistik gezi programı hazırlanmıştı.
Ve bu programın en hoş bölümü ise hiç kuşkusuz ki İstanbul'daki "Sultanahmet Camii ziyareti"ydi.
Nixon, Türkiye gezisinin üçüncü gününde İstanbul'da ve bu ünlü ibadethanedeydi. Cami görevlilerinin nezaketen yaptıkları
"Ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok" uyarısına karşın, o belli ki böyle bir mekâna girişin kuralları konusunda önceden bilgilendirilmişti.
Ayakkabılarını çıkarıp korumalarına teslim etti, içeride uzun uzadıya dolaşıp caminin tarihçesi ve özellikle de dünyaca ünlü çinileri
hakkında yetkililerden bilgi aldı.
Ziyaretin sonunda basın mensuplarına yaptığı birkaç cümlelik kısa açıklama ise Amerikan başkanlarının Beyaz Saray'da
oturarak -tıpkı günümüz Irak'ında olduğu gibi- yerel gerçekliklerini ve iç dinamiklerini zerre kadar bilmedikleri uzak diyarları diledikleri gibi yönetme çabalarının
ne denli boş ve anlamsız olduğunun tarihe kazınmış bir deklarasyonuydu âdeta. "Bugün burada muhteşem bir mimarî anıtı gezdim" demişti Nixon cıkışta,
"Ve böyle bir eserin sonsuza dek burada, insanlığın nadide kültür miraslarından biri olarak yaşayacağını bilmek insanın içine huzur veriyor."
Ertesi gün Türkiye'deki bütün gazeteler eski başkanın bu ibretlik cami ziyaretine geniş yer ayırarak, onun bu olaydan 15 yıl kadar önceki
saldırganca tutumuna atıfta bulundular.
Nixon, daha sonra 20 Mayıs 1987'de Türkiye'ye bir kez daha geldi. Artık Türkiye'nin -ABD liderlerinin Latin Amerika'da görmeye alıştıkları
türden- bir "muz cumhuriyeti" olmadığına büyük ölçüde ikna olmuş gibiydi; bu gezisinde de kendisine yine önemli işadamları eşlik etti ve danışmanlığını
yaptığı gruplar adına bazı bağlantılar gerçekleştirdi.
ABD'nin 37'nci -ve görevinden istifayla ayrılan yegâne- cumhurbaşkanı Richard Milhous Nixon, 22 Nisan 1994 tarihinde geçirdiği bir felç
sonucunda 81 yaşında hayata veda etti. Ama Mimar Sinan'ın çıraklarından Sedefkâr Mehmet Ağa'nın 1617'de ibadete açılan görkemli eseri Sultanahmet
Cami, adını verdiği ünlü meydanda hâlâ bütün ihtişamıyla yükseliyor ve tarihleri iki yüzyıl ile sınırlı Amerikalı turistlere "köklü
devletler ile gelenekleri" üzerine önemli ipuçları vermeye devam ediyor.
Ali Murat Güven / Yeni Şafak
Yorumlar
Yorum Gönder